Kategoriler
Ielts Sınav Kelimeleri

İngilizce D Harfi İle Başlayan Ielts Sınav Kelimeleri

IELTS SINAV KELİMELERİ
D Harfi İle Başlayan Kelimeler (266 Kelime)
  • daily (adjective) günlük, hergün ya da günde bir kez olan, yapılan; tek bir güne ilişkin, günlük
  • daily (adverb) günlük olarak, hergün
  • daily (noun) pazar günleri hariç her gün basılan gazete, günlük gazete
  • damage (noun) zarar, ziyan, yaralama
  • damage (verb) bir şeyi kırmak ya da zarar vermek
  • data (noun) bilgi, veri; bilgisayarda saklanabilen yazı, rakam ve sembollerden oluşan bilgi, veri
  • date (noun) ay veya yılın belli bir günü, tarih; tarih; bir şeyin olması için kararlaştırılan zaman; romantic birliktelik, buluşma, flört, randevu; flört, beraber olunan kişi, sevgili, arkadaş; hurma
  • date (verb) biriyle çıkmak, romantik ilişki kurmak, buluşmak, flört etmek; tarih atmak / koymak; bir şeyin ne zaman yapıldığını, ne kadar süreyle var olduğunu bildirmek, tarihini tespit etmek; eskimek, modası geçmek
  • deal with (phrasal verb) ilgilenmek, ele almak, gereğini yapmak; … ile ilgili olmak, kapsamak
  • death penalty (noun) ölüm / idam cezası
  • debate (noun) tartışma, müzakere
  • debate (verb) tartışmak, müzakere etmek; bir konuyla ilgili karar vermeye çalışmak
  • debris (noun) enkaz, moloz, kalıntı
  • debt (noun) borç; borçlu olma, borç
  • decade (noun) on yıl
  • decay (noun) çürüme, çökme
  • decay (verb) çürümek, çökmek
  • decide (verb) karara vermek, kararlaştırmak; seçim yapmak, hüküm vermek
  • decimal (adjective) ondalık
  • decimal (noun) ondalık sayı, kesir
  • decimal point (noun) ondalık sayıyı ayıran nokta
  • decision (noun) karar
  • declaration (noun) beyan, ilan, duyuru, bildiri
  • declare (verb) duyurmak, beyan etmek; gümrüğe tabi mal olup olmadığını bildirmek, beyan etmek, bildirimde bulunmak
  • decline (noun) düşüş, azalma, gerileme
  • decline (verb) geri çevirmek, reddetmek; (miktar, önem, kalite, güç vb.) düşmek, azalmak
  • decrease (noun) azalma
  • decrease (verb) azalma, azaltmak; düşmek, düşürmek
  • deduce (verb) var olan bilgiyi kullanarak bir sonuca varmak, sonuç çıkarmak
  • deduct (verb) çıkarmak, indirmek, azaltmak
  • deduction (noun) indirim, azaltma, kısma, kesinti; tümden gelim, sonuç çıkarım
  • deductive (adjective) tümdengelimli, sonuç çıkarılabilir
  • deep (adjective) derin; enine boyuna derin, geniş, uzun; derin / yoğun duygu içeren; pes, kalın, tok; yoğun, ciddi, anlaşılması zor; koyu
  • deep (adverb) derinine, iyice derinine
  • default (adjective) varsayılan
  • default (noun) varsayılan; değişime uğramadan önceki hali
  • default (verb) yükümlülüğü yerine getirmemek, ihmal etmek, bilhassa bir borcu ödememek
  • defence (noun) savunma, müdafaa; savunma, koruma, müdafaa; (spor) savunma
  • defend (verb) savunmak, müdafaa etmek; karşı koymak, eleştirilere karşı birini desteklemek; mahkemede savunmak; gol olmaması için savunma yapmak
  • defendant (noun) davalı, sanık
  • defer (verb) tehir etmek, ertelemek
  • deficiency (noun) yetersizlik, kifayetsizlik; eksiklik, noksanlık
  • deficient (adjective) yetersiz, eksik, noksan; zayıf, yetersiz
  • deficit (noun) bütçe açığı
  • define (verb) tarif etmek, tanımlamak, açıklamak; tasvir etmek, belirtmek, göstermek
  • definite (adjective) kesin, sabit, değişmez; açık seçik, aşikâr, belirgin
  • definitely (adverb) kuşkusuz, kesinlikle
  • definition (noun) tanım, tarif, açıklama; görüntünün belirginliği / açıklığı
  • definitive (adjective) kesin, kat’i, açık, değişmez, sabit; tam ve eksiksiz, en iyi, güvenilir
  • definitively (adverb) kesin bir şekilde
  • degree (noun) sıcaklığı gösteren derece; açı gösteren derece; üniversite diploması / belgesi; bir şeyin miktar ve seviyesini gösteren derece
  • degree (noun) sıcaklığı gösteren derece; açı gösteren derece; üniversite diploması / belgesi; bir şeyin miktar ve seviyesini gösteren derece
  • dehydrate (verb) su kaybetmek
  • dehydrated (adjective) vücutta su kaybı olan, susuz kalan
  • dehydration (noun) vücutta oluşan susuzluk, su kaybı
  • delay (noun) erteleme, gecik(tir)me
  • delay (verb) ertelemek; geciktirmek
  • demand (noun) talep; istek, talep
  • demand (verb) dayatmak, ısrar etmek, talepte bulunmak; gerektirmek, talep etmek, istemek
  • democracy (noun) demokrasi
  • democrat (noun) demokrat; abd’de demokrat parti’yi savunan, demokrat partili
  • democratic (adjective) demokratik; eşitlikçi, demokratik
  • demographic (adjective) demografik, nüfus istatistiklerine göre
  • demographic (noun) demografik
  • demography (noun) nüfus bilimi; demografi
  • demonstrate (verb) göstermek, kanıtlamak, ortaya koymak; çalışmasını / işleyişini göstermek; kabiliyetlerini / kendini göstermek / ortaya koymak; gösteri yapmak, gösteriye katılmak
  • demonstration (noun) gösteri, nümayiş, gösteri yürüyüşü; tatbikat, gösteri, tanıtım gösterisi; gösterge, kanıt, delil
  • denial (noun) inkâr, yalanlama; red, kabul etmeme
  • denote (verb) işareti olmak, manasına gelmek
  • dense (adjective) yoğun, sıkı, kalabalık; yoğun, koyu
  • density (noun) yoğunluk, sıklık; (fizik) yoğunluk; bir kütlenin yoğunluğu ile hacmi arasındaki bağlantı / ilişki
  • deny (verb) inkâr etmek; reddetmek, izin vermemek, yoksun bırakmak
  • department (noun) bölüm, daire, departman
  • departmental (adjective) bölüm, bölümü ilgilendiren
  • depend (verb) bağlı olmak
  • depend (verb) bağlı olmak
  • dependence (noun) bağımlılık, yardıma muhtaç olma
  • dependent (adjective) bağımlı, muhtaç olan
  • dependent (noun) bağımlı, yardıma muhtaç
  • depict (verb) tasvir etmek
  • depiction (noun) tanımlama
  • deplete (verb) azaltmak, tüketmek
  • depletion (noun) azalma, düşüş
  • deposit (noun) kaparo, peşinat; bankaya yatırılan para; tortu, birikinti, tabaka; kiralanan yer için sonradan geri alınmak üzere ödenen güvence parası, depozito
  • deposit (verb) yerleştirmek, koymak, biriktirmek; bankaya para yatırmak veya değerli eşyaları bir kasaya koymak; birikinti / tortu kalmak, birik(tir)mek
  • depress (verb) mutsuz etmek, canını sıkmak, keyfini / tadını kaçırmak; azaltmak, düşürmek, rekabetle zayıflatmak (iş hayatı)
  • depressed (adjective) canı sıkkın, bunalımlı, gergin, mutsuz; (ülke, ekonomi, bölge) bunalımlı, çıkmazda olan, çöküntü içinde olan
  • depression (noun) bunalım, depresyon, karamsarlık; ekonomik kriz, bunalım, çöküntü
  • depression (noun) bunalım, depresyon, karamsarlık; ekonomik kriz, bunalım, çöküntü
  • deprived (adjective) yoksun
  • depth (noun) dikine derinlik; enine derinlik; bilgi derinliği
  • derivative (noun) türemiş, türetilen
  • derive (verb) türetmek / türemek, kaynaklanmak
  • describe (verb) tasvir etmek, anlatmak, betimlemek, tanımlamak
  • description (noun) tanım, anlatım, betimleme, tasvir
  • desert (noun) çöl
  • desert (verb) terketmek; bir yeri terketmek; firar etmek, kaçmak
  • design (noun) tasarım, plan; çizim, tasarım; desen; taslak
  • design (verb) plan çizmek, tasarlamak
  • despite (preposition) … e / a rağmen / karşın
  • destination (noun) menzil, varış yeri, birinin/birşeyin gideceği/varacağı yer
  • destroy (verb) yıkmak, yok etmek, yerle bir etmek
  • destruction (noun) tahrip, yıkım, yok etme
  • detail (noun) ayrıntı, teferruat, detay
  • detail (verb) ayrıntıyla anlatmak, detayıyla vermek, teferruata girmek
  • detect (verb) bulmak, ortaya çıkarmak, keşfetmek, sezmek, hissetmek, farkına varmak
  • detection (noun) bulma, keşfetme, belirleme, ortaya çıkarma; suçu / suçluyu bulma, ortaya çıkarma
  • detector (noun) tarayıcı, dedektör
  • deter (verb) caydırmak, vazgeçirmek, yıldırmak
  • deteriorate (verb) bozulmak, kötülemek, kötüye gitmek, kötüleşmek
  • deterioration (noun) kötüleşme
  • determination (noun) azim, sebat, kararlılık
  • determine (verb) belirlemek, saptamak, tespit etmek; karar vermek
  • deterrent (adjective) caydırıcı
  • deterrent (noun) caydırıcı/önleyici/vazgeçirici şey
  • develop (verb) gelişmek, büyümek; geliştirmek, büyütmek; hastalık, problem veya bir duygu edinmek, geliştirmek; belirmek, ortaya çıkmak; fotoğraf tab etmek/basmak; imar etmek, kalkındırmak, geliştirmek
  • develop (verb) gelişmek, büyümek; geliştirmek, büyütmek; hastalık, problem veya bir duygu edinmek, geliştirmek; belirmek, ortaya çıkmak; fotoğraf tab etmek/basmak; imar etmek, kalkındırmak, geliştirmek
  • developed (adjective) gelişmiş
  • developing (adjective) gelişmekte olan, gelişen, büyüyen, kalkınmakta olan, zenginleşen, sanayileşen
  • development (noun) ilerleme, kalkınma; gelişim, büyüme; ortaya çıkma, var olma; geliştirme, imar; imar olmuş / gelişmiş / büyümüş alan/bölge; imarlı bölge; gelişme, yeni gelişmeler, değişime neden olan yenilikler; fotoğraf basımı / tab etme
  • developmental (adjective) gelişimsel; gelişmeye yönelik, kalkınma ile ilgili
  • deviate (verb) yoldan çıkmak, sapmak, farklı bir yöne gitmek
  • deviation (noun) sapma, yoldan çıkma, ayrılma, farklı olma
  • device (noun) alet, edavat, tertibat
  • devote (verb) adamak, kendini vermek, ayırmak, vakfetmek
  • devotion (noun) düşkünlük, bağlılık, adanmışlık; koyu dini inanç, güçlü inanç ve davranış
  • diagnose (verb) teşhis etmek, tanı koymak
  • diagnosis (noun) teşhis, tanı
  • diagonal (adjective) çapraz; çapraz çizgi, köşeden köşeye, köşegen
  • diagonally (adverb) köşeli bir şekilde
  • diagram (noun) şema, şekil, diyagram
  • dialect (noun) lehçe
  • diameter (noun) çap
  • dictator (noun) diktatör
  • dictatorship (noun) diktatörlük, diktatörle yönetilen ülke / sitem
  • diet (noun) diyet yiyecek; diyet
  • diet (verb) diyet yapmak
  • differ (verb) farklı / farkı olmak; farklı düşünmek
  • difference (noun) fark, ayrım; farklı olma, benzer olmama; farklılık; anlaşmazlık, uyuşmazlık
  • different (adjective) farklı; başka, değişik
  • differentiate (verb) ayırmak, ayrımını yapabilmek, farkını ortaya koymak, farkını anlamak; ayırmak, farklı hale getirmek, ayırdetmek;
  • differentiation (noun) fark
  • difficult (adjective) zor, güç; çetin, zor
  • difficulty (noun) zorluk; güçlük
  • digit (noun) sayı, basamak
  • digital (adjective) sayısal, dijital; dijital, rakamları gösteren
  • digitally (adverb) dijital olarak; dijital
  • dilute (adjective) sulandırılmış
  • dilute (verb) sulandırmak, yoğunluğunu azaltmak
  • dilution (noun) seyreltme
  • dimension (noun) yön, boyut, taraf; hacim, boyutlar
  • diminish (verb) azal(t)mak, eksil(t)mek
  • dip (noun) bir tür koyu sos; çukur, kuyu; ani düşüş, inme; dalma, dalış yapma
  • dip (verb) banmak, daldırmak; düşmek, alçalmak, inmek
  • direction (noun) yön, istikamet, doğrultu; bir şeyin gelişim veya değişim şekli, yönü, tarzı; talimat, yönerge; ne yapacağını bilen
  • director (noun) müdür, yönetici, idareci; yönetmen
  • disability (noun) özürlülük, sakatlık
  • disabled (adjective) özürlü, sakat
  • disadvantage (noun) mahsur, sakınca, dezavantaj
  • disagree (verb) uyuşmamak, anlaşamamak
  • disagreement (noun) uyuşmazlık, anlaşmazlık
  • disappear (verb) gözden kaybolmak; sırra kadem basmak, ortadan kaybolmak; ortadan kalkmak, tarih olmak
  • disappearance (noun) kayboluş
  • disc (noun) yassı yuvarlak cisim, disk; plak veya cd; (omurgalar arasında) disk
  • discipline (noun) displin; öz disiplin; belli bir çalışma konusu, bilim dalı, spor dalı
  • discipline (verb) ceza vermek, disipline sokmak; terbiye etmek, düzgün davranmayı öğretmek
  • discourse (noun) söylem, söylev, nutuk
  • discover (verb) keşfetmek, bulmak, ortaya çıkarmak; bir şeyi ilk bulan kişi olmak; öğrenmek, bulmak
  • discovery (noun) keşif, buluş; buluş, bulma, ortaya çıkarma
  • discrete (adjective) ayrı, farklı
  • discretion (noun) ölçülü davranma, itidal gösterme, dikkat, ihtiyat; akıl, sağ duyu
  • discretionary (adjective) takdir yetkisiyle yapılan, liyakat dikkate alınarak karar verilen
  • discriminate (verb) (cinsiyet, ırk, din vb.) ayrım / ayrımcılık yapmak, ayırt etmek; ayırmak, fark görmek
  • discriminate (verb) (cinsiyet, ırk, din vb.) ayrım / ayrımcılık yapmak, ayırt etmek; ayırmak, fark görmek
  • discrimination (noun) (cinsiyet, ırk, din vb.) ayrımı/ayrımcılığı, fark gözetme, ayrım yapma
  • discrimination (noun) (cinsiyet, ırk, din vb.) ayrımı/ayrımcılığı, fark gözetme, ayrım yapma
  • discuss (verb) tartışmak, görüşmek
  • discussion (noun) tartışma, müzakere, görüş alış verişinde bulunma
  • disease (noun) hastalık, rahatsızlık
  • disk (noun) disk; üzerine elektronik ortamda kayıp yapılabilen bilgisayar diski
  • disorder (noun) rahatsızlık veya zihinsel problem; kargaşa, düzensizlik, karışıklık, patırtı gürültü; karmaşıklık, dağınıklık
  • dispersal (noun) dağılma
  • disperse (verb) dağılmak, dağıtmak; yaymak, yayılmak
  • displace (verb) yerini almak, yerine geçmek; yerinden etmek/çıkarmak
  • displacement (noun) çıkarma
  • display (noun) sergi, vitrin, sergileme, teşhir; gösteri, gösterim; bilgisayar ekranı, gösterim ekranı
  • display (verb) sergilemek, tezgaha koymak; bilgisayar ekranında göstermek; bir konuda davranış göstermek
  • disposal (noun) atma, elden çıkarma
  • dispose (verb) atmak, atıp kurtulmak, elden çıkarmak, kurtulmak
  • disprove (verb) aksini ispat etmek, çürütmek
  • dispute (noun) uyuşmazlık, anlaşmazlık, çatışma
  • dispute (verb) karşı çıkmak, itiraz etmek, kabul etmemek
  • disrupt (verb) bölmek, araya girmek, sekte vurmak, engellemek
  • disruption (noun) kesinti
  • disruptive (adjective) engelleyici, rahatsız edici
  • dissertation (noun) tez, bilimsel inceleme
  • dissolve (verb) eri(t)mek, çöz(ül)mek; bir kuruluş ya da resmi antlaşmaya son vermek
  • distance (noun) mesafe; uzaklık
  • distance (verb) uzak durmak, uzak olmak, mesafe koymak
  • distant (adjective) uzak, mesafeli; uzak akraba; soğuk, uzak, mesafeli
  • distinct (adjective) farklı, ayrı, apayrı; belirgin, açık; net, belirgin
  • distinction (noun) ayrılık, fark, ayrım; farklılık, üstünlük, kendine has özelliği olan
  • distinctive (adjective) belirleyici, fark ettiren, karakteristik
  • distinctively (adverb) belirgin bir şekilde
  • distinguish (verb) ayırt etmek; belirginleştirmek, ayırt etmek, farklı kılmak; anlamak, seçebilmek, ayırt edebilmek
  • distort (verb) bozmak, tahrif etmek, çarpıtmak, saptırmak, biçimini bozmak; bilgiyi çarpıtmak, tahrifat yapmak
  • distortion (noun) tahrif, değişim
  • distribute (verb) dağıtmak, taksim etmek, paylaştırmak, vermek, tevzi etmek; şirket ve mağazalara ürün sağlamak / teslim etmek / dağıtmak
  • distributed (adjective) dağıtılmış
  • distribution (noun) taksim, dağıtım; paylaşma, dağılım
  • diverse (adjective) çeşitli, türlü, farklı türleri barındıran
  • diversification (noun) çeşitlendirme
  • diversify (verb) değiştirmek, farklılaştırmak, farklı alanda üretim yapmak, çeşitlendirmek
  • diversify (verb) değiştirmek, farklılaştırmak, farklı alanda üretim yapmak, çeşitlendirmek
  • diversity (noun) çeşitlilik, farklılık, çok türlülük
  • divert (verb) başka yöne göndermek / saptırmak / çevirmek
  • divide (verb) bölmek, ayırmak; ikiye bölmek, ortadan ayırmak; bölme işlemi yapmak; ayrımcılık yaratmak, uyuşmamalarına sebep olmak
  • division (noun) paylaştırma, pay etme, paylaşma, bölüşme; bölüm, kısım, parça; görüş ayrılığı, uyuşmazlık, anlaşmazlık; bölme işlemi
  • dna (noun) genetik bilgi içeren hücre, dna
  • doctoral (adjective) doktorluk ile alakalı
  • doctorate (noun) doktora derecesi
  • document (noun) evrak, belge, doküman, vesika; bilgisayarda elektronik ortamda oluşturulan belge
  • document (verb) belgelendirmek, belgelemek, belgelere dayandırmak
  • dogma (noun) sorgulamadan kabul edilen inançlar manzumesi
  • dogmatic (adjective) dediğim dedikçi, başka fikirleri kabul etmeyen, kestirip atan, sadece kendi fikirlerini doğru kabul eden
  • dogmatically (adverb) dogmatik olarak, tartışmaya yer vermez bir biçimde, eleştirmeksizin
  • dogmatism (noun) dogmatizm, dogmacılık
  • domain (noun) uzmanlık / ilgi / etkinlik alanı
  • domestic (adjective) ev / aile ilişkilerine ilişkin; ülke içi, dahili; evcil
  • domestic (noun) hizmetli, hizmetçi
  • dominant (adjective) ana / esas, en önemli; güçlü ve kontrolü elinde tutmak isteyen
  • dominate (verb) egemen / hakim olmak; idaresi altına almak; enbüyük / en önemli / en dikkate değer olmak
  • donate (verb) bağışlamak, hibe etmek, vermek; organ / kan bağışlamak
  • donation (noun) bağış, yardım, hibe, teberru
  • donor (noun) verici, donör, orgnan / kan bağışlayan kimse; bağışta bulunan kimse
  • dormant (adjective) faal olmayan, uyku hâlinde, geçici hareketsizlik
  • dosage (noun) miktar, dozaj
  • dose (noun) doz, miktar
  • dose (verb) ilaç / uyuşturucu vermek
  • double (adjective) çift, iki kat; iki misli, çift olan; iki kişilik
  • double (determiner) iki kat, çift
  • double (verb) ikiye katla(n)mak; ölçü veya miktarını artırmak
  • doubt (noun) şüphe, kuşku
  • doubt (verb) şüphelenmek, kuşku duymak, emin olmamak; inanmamak, şüphelenmek
  • draft (noun) taslak, eskiz, müsvedde; hava akımı, cereyan, soğuk hava akımı
  • draft (verb) taslak hazırlamak, müsvedde yapmak, eskiz çıkarmak; askere celp etmek, askere almak / sevketmek
  • drama (noun) oyun, piyes; oyun, tiyatro; heyecan verici/üzücü olay
  • drama (noun) oyun, piyes; oyun, tiyatro; heyecan verici/üzücü olay
  • dramatic (adjective) ani, belirgin, çarpıcı; abartılı, heyecan verici, hareketli; oyun ve tiyatroyla ilgili; abartan, dramatik hale getiren, velveleci
  • dramatically (adverb) dramatik bir biçimde; ani ve belirgin bir biçimde
  • dramatist (noun) oyun yazarı
  • drastic (adjective) esaslı, ani, sert, güçlü, şiddetli, etkili
  • drastically (adverb) ani ve beklenmedik bir şekilde
  • drawback (noun) mahsur, eksiklik, sakınca, sorun
  • dress (noun) bayan elbisesi; elbise, giysi, giyim kuşam
  • dress (verb) giyinmek, giydirmek; giyinip kuşanmak, belli tarzda giyinmek
  • drop (noun) damla; düşüş, azalma, eksilme; yudum, bir damla, fırt; iniş, iniş mesafesi, düşüş menzili
  • drop (verb) düşürmek; düşmek; azalmak, seviyesi düşmek; birini araçla götürmek; bir yere götürüp bırakmak; bırakmak, vazgeçmek; kadro dışı bırakmak, ekibe almamak; sakin ve alçak bir sesle konuşmak
  • drought (noun) kuraklık
  • drug (noun) uyuşturucu; ilaç, deva
  • drug (verb) ilaç vermek, uyuşturmak
  • dual (adjective) ikili; çift amaçlı, çift, çifte
  • dual (noun) ikili; çift
  • due to (preposition) … yüzünden; den dolayı, nedeniyle / sebebiyle
  • dwindle (verb) azalmak, küçülmek
  • dynamic (adjective) coşku, enerji ve fikir dolu; dinamik; sürekli değişen ve hareketli, yerinde duramayan; canlı, itici, harekete geçiren